1997 Nisan ayı…
Öğretmenim yavaşça sınıfa girdi. Etrafa şöyle keyifsizce bir göz attı. Yavaşça
yürüyüp masasına oturacaktı ki, hemen yanımda oturan kız sıra arkadaşım ayağa fırladı.
“Öğretmenim” dedi parmağıyla beni ve yanımdaki kardeşimi göstererek “Bu ikisi
hiç masa örtüsünü eve yıkatmaya götürmüyorlar hep ben götürüyorum. Ben enayi miyim.”
Dedi. Sınıfa girdiğinden beri somurtan bu 1.90 boyundaki öğretmen, o günkü
kurbanını gözüne kestirmişti. Masasına oturdu ve parmağıyla işaret
ederek “Siz ikiniz hayat bilgisi defterinizi getirin.”dedi. Titreyen ellerimle üzerinde
nehirlerin olduğu küçük üç ortalı defterimi çıkardım. Önce kardeşimin defterini
kontrol etti. Çok incelemedi, şöyle göz ucuyla birkaç sayfa çevirip geri verdi.
Ardından benim defterimi eline alıp sayfaları hızla çevirmeye başladı. Birkaç
yeri kırmızı kalemle çizdi. Bir şeylerin ters gideceğini hissettim belki,
yerime oturmak istedim. Fakat son anda beni geri çağırıp tahtaya çıkardı. Bana
dönerek “Bu ne böyle her sayfayı bitirmeden sonraki sayfaya geçmişsin. Bak
kardeşinin defterine çok düzenli. Neden sende böyle düzenli tutmuyorsun
defterini…”
Sözün
bundan sonraki kısmında sadece dayak vardı. Ama öyle böyle değil için de
bolca, kocaman elleriyle attığı tokatlar, kalçama yediğim tekmeler, itmeler ve
bunca dayağa rağmen iki elime yediğim sopalar vardı. Ben mi? Ağlıyordum. Bu
kadar dayağı hayatı boyunca yememiş dokuz yaşındaki bir çocuğun ağlaması gibi
ağlıyorum. Hıçkıra hıçkıra ve salya sümük. “Geç yerine” dedikten sonra zor bela
yerime oturdum. Hıçkırıklarım sınıfta yankılanıyordu. Sınıftaki tüm çocuklar gözlerinin
önünde cereyan eden bu dayaktan nasiplenmemek için suspus oturuyorlardı. Yerime
geçtikten hemen sonra “Git elini yüzünü yıka” dedi. Zor bela tekrar yerimden
kalkıp yine hıçkırıklar içinde lavaboya gittim. Orada elinde fırçasıyla
temizlik yapan bir hademe amca vardı. Hemen yanıma gelip “Ne oldu düştün mü?”
diye sordu. Ağlamaktan cevap veremedim. Birkaç kez denedim ve sonunda
“Ö…Ö…Öğretmen dövdü.” Diyebildim. Böyle söyleyince adamda çaresiz başını
salladı. Belki de beni teskin edebilmek için; “ Bir şey olmaz, annene babana
söyle tamam mı?” dedi. Başımı sallayıp lavaboda önce ellerimi, sonra ağlamaktan
kir içinde kalan yüzümü yıkadım. O gün nasıl geçti bilmiyorum ama iki gün sonra
evime dönerken bizi o gün şikayet eden kızın anneme gelerek tüm olayı
anlattığını gördüm. Annem bu olayı neden anlamadığımı sorduğunda, susup eve
girdim.
Birkaç gün sonra annem okula, öğretmene hesap sormaya gittiğinde öğretmen; “Çocuğunuz yaramaz, çocuğunuz şaban’ın hareketlerini yapıyor.” Diye alakasız suçlamalarla başından def etmişti. Ben mi yaramazdım? Çocukluğunun her bir detayına kadar iyi hatırlayan ben, hayatım boyunca hep uslu bir çocuk oldum. Sonraki hafta Babam pastaneden pasta yaptırıp öğretmene götürerek benim durumumu sormaya gitti. Babamın, polis olmasına rağmen pasta götürmesini hiçbir zaman kabullenmedim. Çünkü ben o yaşta babamdan, silahını çıkarıp öğretmenimin alnına dayamasını isterdim. Otuz yaşındayım ve o günün travmasını bu yaşıma kadar atlatamadım. Halen hatırladıkça ağlayası geliyor insanın. Henüz dokuz yaşındaki bir çocuk yazısı kötü diye, defteri düzgün değil diye öldüresiye dövülür mü?
Babamın ziyaretinden sonra bana bir daha dokunmadı. Ama bu öğretmenimi durdurmadı. Benim dışımda bir çok çocuğu daha dövdü. Hatta bir keresinde bir çocuğun sırtında kalın bir çıta kırmış, çıta kırılınca başka bir sopa alıp vurmaya devam etmişti. İri yarı kuvvetli bir adamdı. Sınıfa sürekli genç kız getiriyordu. Her hafta gelen genç ve güzel kızları eğlendirmek için, sınıftaki küçük kızlara aşk dolu şarkılar söyletiyordu. Şimdi kim bu adam derseniz Söyleyeyim. Adı: Olgun Kayıkçı. O zamanlar sıradan bir okulda sınıf öğretmeni olan bu adam. Şu an istanbul Kadıköy- İlhami Ahmed Örnekal İlkokulun’da okul müdürü. Belki de şu an emekli olmuştur bilemiyorum. Bana yaptığı bu travmanın hesabını ona sormayı defalarca düşündüm. Erteledim. Hesap günü her şeyin cezasını çekmesi için o güne erteledim.
Birkaç gün sonra annem okula, öğretmene hesap sormaya gittiğinde öğretmen; “Çocuğunuz yaramaz, çocuğunuz şaban’ın hareketlerini yapıyor.” Diye alakasız suçlamalarla başından def etmişti. Ben mi yaramazdım? Çocukluğunun her bir detayına kadar iyi hatırlayan ben, hayatım boyunca hep uslu bir çocuk oldum. Sonraki hafta Babam pastaneden pasta yaptırıp öğretmene götürerek benim durumumu sormaya gitti. Babamın, polis olmasına rağmen pasta götürmesini hiçbir zaman kabullenmedim. Çünkü ben o yaşta babamdan, silahını çıkarıp öğretmenimin alnına dayamasını isterdim. Otuz yaşındayım ve o günün travmasını bu yaşıma kadar atlatamadım. Halen hatırladıkça ağlayası geliyor insanın. Henüz dokuz yaşındaki bir çocuk yazısı kötü diye, defteri düzgün değil diye öldüresiye dövülür mü?
Babamın ziyaretinden sonra bana bir daha dokunmadı. Ama bu öğretmenimi durdurmadı. Benim dışımda bir çok çocuğu daha dövdü. Hatta bir keresinde bir çocuğun sırtında kalın bir çıta kırmış, çıta kırılınca başka bir sopa alıp vurmaya devam etmişti. İri yarı kuvvetli bir adamdı. Sınıfa sürekli genç kız getiriyordu. Her hafta gelen genç ve güzel kızları eğlendirmek için, sınıftaki küçük kızlara aşk dolu şarkılar söyletiyordu. Şimdi kim bu adam derseniz Söyleyeyim. Adı: Olgun Kayıkçı. O zamanlar sıradan bir okulda sınıf öğretmeni olan bu adam. Şu an istanbul Kadıköy- İlhami Ahmed Örnekal İlkokulun’da okul müdürü. Belki de şu an emekli olmuştur bilemiyorum. Bana yaptığı bu travmanın hesabını ona sormayı defalarca düşündüm. Erteledim. Hesap günü her şeyin cezasını çekmesi için o güne erteledim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder